Ankara'ya
gitmedim hiç. Bilmiyorum da neye benzer. Bir aralık kapısından bakmıştım sanki.
Geçmiş zaman. Çok hatırlamam. Aslında yalan da söylüyor olabilirim. Kim bilir? Kimse.
Şehre benzer bir yanı yok diyorlar zaten. Bölük pörçük bir kaç sokak. Bir de
upuzun kalabalık cadde. Sağlı sollu vitrinler. Reklam panoları. Kubbeli eski
bir kaç cami. Altında alışveriş merkezi. Bolca gürültü. Bir dakika. Şehir de bu
değil mi artık? Değil. Artık evet. Geçelim.
Bir
kere gittim aslında Ankara'ya. Yalınayak yürünebilen bir plaj gibi kalmış
aklımda. Güneşten olsa gerek. Soğuk diye geçiyor bir kaç yerde bu şehir için. Birkaçtan
biraz fazla. Küçük küçük yoklama çekiyorum. Hala yalınayak yürünüyor aklımda. Gençlik
parkı, ihtiyarlar kahvesi. Bolca oturulmuş banklar. Seyredilen küçük insanlar. Tahmin
ediyorduk bir ara. Bu gelen kesin bakanlıkta memur! Bağırma, duyacaklar. Duyup adımızı
okuyacaklar. 375 falan. Zaten geçiyorlar. Bakmadan geçiyorlar. Geçelim.
Ankara'ya
gitmedim hiç. Bilmiyorum da neye benzer. Bir zaman okul gezisiyle gitmiştim
sanki. Geçmiş zaman. Çok hatırlamam. Aslında yalan da söylüyor olabilirim. Kim bilir?
Kimse. Upuzun sütunları olan bir mezarlık gibiydi şehir. Büyük bir tepeye
kondurulmuş bir kabir. Ekabirden adamları gömmüşler buraya. Sonra çocukları
toplayıp toplayıp Fatiha okutmaya
götürüyorlarmış. Ama kimse Fatiha okumuyormuş. Çok sonra fark etmişler
bunu. Yine bu şehrin başka bir binasında talim ve terbiyeden sorumlu ekabirden
adamlar üniformalı adamların sözünden çıkmamışlar din dersi diye bir şey
bulmuşlar. Fatiha'yla doldurmuşlar çocukları. Sonra sonra o çocukları
otobüslere doldurup Fatihaları buraya boşaltmışlar. Giderseniz görürsünüz, bu
şehrin büyük bir tepesinde yüksek sütunlu bir mezarlıkta-ki kabir diyor
eskiler- çocuk Fatihaları bulunur. Geçelim.
Bir
kere gittim aslında Ankara'ya. Yeşillerle dolu bir bulvar gibi kalmış aklımda. Haki
yeşil. Komutla çalışıyor gibiydiler. Yat! Kalk! Sürün! Avun! Çalış ve güven
diye devam ettiği de söylenir. Saçlarını aynı berberde kestirirler. Şehrin tek
berberi sanki sadece saçlarını değil de ruhlarındaki coşkuyu da törpülüyor. Makas
yerine bir kaşağı kullanıyor sanki. Çok uysallar. Harfiyen uyuyorlar. A derken
uyuyorlar. Z'ye kadar. Kızılay'dan giyinip, kışlalarda soyunuyorlar. Tempolu. Aç
aç. Çıkıyorlar apaçık alınla teftişlerden, denetimlerden. Bizim bir Koray
yüzbaşı vardı diye hikayeleri dilden dile dolanır. Şafak bilmem kaçken
plakalara düşülür, trafiğe çıkılır. Kol kola omuz omuza yürünür. Er ve erat
girebilir. Dikkat inzibat! Uzaklara sövülür. Şapın etkisinden çıkılır daha
bahar henüz gelmişken, askılı tişörtlü kızlara bakıp bakıp Bentderesi'nin yolu
tutulur. Bentderesi'nden geçilir, yardan geçilmez. Geçelim.
Ankara'ya
gitmedim hiç. Bilmiyorum da neye benzer. Bir aralık yolum düşmüştü sanki. Geçmiş
zaman. Çok hatırlamam. Aslında yalan da söylüyor olabilirim. Kim bilir? Kimse. Saat
geçmiyordu. Beş olsa da gitsek. Nereye. Herkes gibi kokan şehrin yollarından
silik, karaktersiz yollardan eve. Ev dediğim de lojmandan bozma apartmanlar. Önlerinde
bir bahçe var sizlere ömür. Şifa niyetine numunelik bir gül ağacı. Akmaz kokmaz.
Meyve vermez. Kışın dal döker yazın biraz tebessüm. Ama dert bu değil. Hep o bakanlıktaki
kalem yüzünden. Ki kendisi de orada memur. Maaşlar, ikramiyeler, ramazan iaşesi
ne varsa hayatı bundan ibaret. Ama o bakanlıktaki kalem olmasaydı. Belki daha
fazla olabilirdi şu hayattaki yeri. Kendisi için de dilenmiyordu kaderden. Büyük
oğlan hadi kurtardı kendini. Bu sene son sınıf. Gemi kaptanı olacak. Su bile
görmeden gidip okyanuslarda boğulacak. Bir küçüğü kız. Konuştuğu iyi bir çocuk
var. Kandırmasa bari. Kız kansa da o kocaman adam. Anlardı sonuçta iyiden
kötüden, puşttan kalleşten. Eli ayağı düzgün çocuğun. Sanki kendisi evlenecek. Ailesi
de güngörmüş insanlar. Git Allahaşkına! Bu dünyada kim gün görmüş. Güneş diye
bildiğimiz hafif sıcaklık. Dü beş atsak yek gelir. Tek ayaktan yatıyor
kuponlar. Sonrası ceza. Adam nerde kaldın. Ulan kadın altılıya bastım parayı. İaşeyi,
nafakayı. Senin yüzünü de şeytan görsün. Beni alsın götürsün. Üç kuruşa satsın
getirmesin. Diyemedi bir onyedi yıl. Daha da diyemez bir onyedi yıl. Ama o
kalem olmasaydı yazmayacaktı bunları da. Böyle böyle geçti bir ömür. Kalanı da
geçer. Geçelim.
Bir
kere gittim aslında Ankara'ya. Ütüsüz çamaşırlar gibi kalmış aklımda. Kırışık. Yamalı
pantolonlar da kalmadı artık. Bitince atıyorlar. Tamir etse daha pahalıya
geliyor çünkü hayat. Bırakıp da yenisini yaşamalı diye not düşüyor, dersin
ortasında fotokopiden alınmış notların kenarına. Kirayı ödediler ya içi biraz
rahat. Daha var bir sonrakine. Bu sene zaten bitecek gibi okul. Ondan sonrası
master, doktora, tez, antitez. Hayat karşıtlıklarla dolu diye not düşecek gibi
oluyor. Vazgeçiyor. Ders de bitti. Gidecek ne bir yer var. Ne de gidilip de
görülecek biri. Bu şehir hep böyle zaten. Yanlış zamanlarda, yanlış bir sürü
insanı bir kutuya doldurup sonra buraya boca ediyorlar. Etrafını kuşatıyorlar. Görücü
usulü evlenen kadın gibi, mahkum kocasına. Sevmese de alışıyor. Kocadan kurtulsa
da alışkanlıktan kurtulamıyor. Kürkçü dükkanı gibi bir şehir. Hayallerde gezip
dolaşıyorlar. Sonra Ankara'ya dönüyorlar. Burada seviyorlar. Burada sevmeye
başlıyorlar. Şehre hapsoluyorlar. Ve sanıyorlar ki sevgili bir tek bu şehirde
güzel. Sevmek de. Başka şehirlerde yapamıyorlar. Kürkçü dükkanın hayaleti ile
gezip duruyorlar. Oysa bir kız vardı birinci sınıfta. Şimdi kordonda tur
atıyor. Onunkisi ise müebbetin Ankara voltası. Gazete kağıtlarına sofra
kuruyorlar. Gazeteyle beraber atıyorlar geride kalanları. Birikiyor anılar çöp
kamyonlarında. Çöp kamyonları kaldırımlardan yürüyor. Altını kaldırsalar kaldırımların, gerçekten kumsal
var. Hepsini oraya gömmüş gencecik çocuklar. Üstünden arabalar geçiyor. Geçelim.
Bir
kere hiç gitmedim Ankara'ya. Çünkü hep orada kaldım. Bildiğim işte bu kadarı: "yazlar
sıcak ve kurak, kışlar memur ve öğrenci..."
Geçelim.