22 Nisan 2012 Pazar

Ankara


Ankara'ya gitmedim hiç. Bilmiyorum da neye benzer. Bir aralık kapısından bakmıştım sanki. Geçmiş zaman. Çok hatırlamam. Aslında yalan da söylüyor olabilirim. Kim bilir? Kimse. Şehre benzer bir yanı yok diyorlar zaten. Bölük pörçük bir kaç sokak. Bir de upuzun kalabalık cadde. Sağlı sollu vitrinler. Reklam panoları. Kubbeli eski bir kaç cami. Altında alışveriş merkezi. Bolca gürültü. Bir dakika. Şehir de bu değil mi artık? Değil. Artık evet. Geçelim.

Bir kere gittim aslında Ankara'ya. Yalınayak yürünebilen bir plaj gibi kalmış aklımda. Güneşten olsa gerek. Soğuk diye geçiyor bir kaç yerde bu şehir için. Birkaçtan biraz fazla. Küçük küçük yoklama çekiyorum. Hala yalınayak yürünüyor aklımda. Gençlik parkı, ihtiyarlar kahvesi. Bolca oturulmuş banklar. Seyredilen küçük insanlar. Tahmin ediyorduk bir ara. Bu gelen kesin bakanlıkta memur! Bağırma, duyacaklar. Duyup adımızı okuyacaklar. 375 falan. Zaten geçiyorlar. Bakmadan geçiyorlar. Geçelim.

Ankara'ya gitmedim hiç. Bilmiyorum da neye benzer. Bir zaman okul gezisiyle gitmiştim sanki. Geçmiş zaman. Çok hatırlamam. Aslında yalan da söylüyor olabilirim. Kim bilir? Kimse. Upuzun sütunları olan bir mezarlık gibiydi şehir. Büyük bir tepeye kondurulmuş bir kabir. Ekabirden adamları gömmüşler buraya. Sonra çocukları toplayıp toplayıp Fatiha okutmaya  götürüyorlarmış. Ama kimse Fatiha okumuyormuş. Çok sonra fark etmişler bunu. Yine bu şehrin başka bir binasında talim ve terbiyeden sorumlu ekabirden adamlar üniformalı adamların sözünden çıkmamışlar din dersi diye bir şey bulmuşlar. Fatiha'yla doldurmuşlar çocukları. Sonra sonra o çocukları otobüslere doldurup Fatihaları buraya boşaltmışlar. Giderseniz görürsünüz, bu şehrin büyük bir tepesinde yüksek sütunlu bir mezarlıkta-ki kabir diyor eskiler- çocuk Fatihaları bulunur. Geçelim.

Bir kere gittim aslında Ankara'ya. Yeşillerle dolu bir bulvar gibi kalmış aklımda. Haki yeşil. Komutla çalışıyor gibiydiler. Yat! Kalk! Sürün! Avun! Çalış ve güven diye devam ettiği de söylenir. Saçlarını aynı berberde kestirirler. Şehrin tek berberi sanki sadece saçlarını değil de ruhlarındaki coşkuyu da törpülüyor. Makas yerine bir kaşağı kullanıyor sanki. Çok uysallar. Harfiyen uyuyorlar. A derken uyuyorlar. Z'ye kadar. Kızılay'dan giyinip, kışlalarda soyunuyorlar. Tempolu. Aç aç. Çıkıyorlar apaçık alınla teftişlerden, denetimlerden. Bizim bir Koray yüzbaşı vardı diye hikayeleri dilden dile dolanır. Şafak bilmem kaçken plakalara düşülür, trafiğe çıkılır. Kol kola omuz omuza yürünür. Er ve erat girebilir. Dikkat inzibat! Uzaklara sövülür. Şapın etkisinden çıkılır daha bahar henüz gelmişken, askılı tişörtlü kızlara bakıp bakıp Bentderesi'nin yolu tutulur. Bentderesi'nden geçilir, yardan geçilmez. Geçelim.

Ankara'ya gitmedim hiç. Bilmiyorum da neye benzer. Bir aralık yolum düşmüştü sanki. Geçmiş zaman. Çok hatırlamam. Aslında yalan da söylüyor olabilirim. Kim bilir? Kimse. Saat geçmiyordu. Beş olsa da gitsek. Nereye. Herkes gibi kokan şehrin yollarından silik, karaktersiz yollardan eve. Ev dediğim de lojmandan bozma apartmanlar. Önlerinde bir bahçe var sizlere ömür. Şifa niyetine numunelik bir gül ağacı. Akmaz kokmaz. Meyve vermez. Kışın dal döker yazın biraz tebessüm. Ama dert bu değil. Hep o bakanlıktaki kalem yüzünden. Ki kendisi de orada memur. Maaşlar, ikramiyeler, ramazan iaşesi ne varsa hayatı bundan ibaret. Ama o bakanlıktaki kalem olmasaydı. Belki daha fazla olabilirdi şu hayattaki yeri. Kendisi için de dilenmiyordu kaderden. Büyük oğlan hadi kurtardı kendini. Bu sene son sınıf. Gemi kaptanı olacak. Su bile görmeden gidip okyanuslarda boğulacak. Bir küçüğü kız. Konuştuğu iyi bir çocuk var. Kandırmasa bari. Kız kansa da o kocaman adam. Anlardı sonuçta iyiden kötüden, puşttan kalleşten. Eli ayağı düzgün çocuğun. Sanki kendisi evlenecek. Ailesi de güngörmüş insanlar. Git Allahaşkına! Bu dünyada kim gün görmüş. Güneş diye bildiğimiz hafif sıcaklık. Dü beş atsak yek gelir. Tek ayaktan yatıyor kuponlar. Sonrası ceza. Adam nerde kaldın. Ulan kadın altılıya bastım parayı. İaşeyi, nafakayı. Senin yüzünü de şeytan görsün. Beni alsın götürsün. Üç kuruşa satsın getirmesin. Diyemedi bir onyedi yıl. Daha da diyemez bir onyedi yıl. Ama o kalem olmasaydı yazmayacaktı bunları da. Böyle böyle geçti bir ömür. Kalanı da geçer. Geçelim.

Bir kere gittim aslında Ankara'ya. Ütüsüz çamaşırlar gibi kalmış aklımda. Kırışık. Yamalı pantolonlar da kalmadı artık. Bitince atıyorlar. Tamir etse daha pahalıya geliyor çünkü hayat. Bırakıp da yenisini yaşamalı diye not düşüyor, dersin ortasında fotokopiden alınmış notların kenarına. Kirayı ödediler ya içi biraz rahat. Daha var bir sonrakine. Bu sene zaten bitecek gibi okul. Ondan sonrası master, doktora, tez, antitez. Hayat karşıtlıklarla dolu diye not düşecek gibi oluyor. Vazgeçiyor. Ders de bitti. Gidecek ne bir yer var. Ne de gidilip de görülecek biri. Bu şehir hep böyle zaten. Yanlış zamanlarda, yanlış bir sürü insanı bir kutuya doldurup sonra buraya boca ediyorlar. Etrafını kuşatıyorlar. Görücü usulü evlenen kadın gibi, mahkum kocasına. Sevmese de alışıyor. Kocadan kurtulsa da alışkanlıktan kurtulamıyor. Kürkçü dükkanı gibi bir şehir. Hayallerde gezip dolaşıyorlar. Sonra Ankara'ya dönüyorlar. Burada seviyorlar. Burada sevmeye başlıyorlar. Şehre hapsoluyorlar. Ve sanıyorlar ki sevgili bir tek bu şehirde güzel. Sevmek de. Başka şehirlerde yapamıyorlar. Kürkçü dükkanın hayaleti ile gezip duruyorlar. Oysa bir kız vardı birinci sınıfta. Şimdi kordonda tur atıyor. Onunkisi ise müebbetin Ankara voltası. Gazete kağıtlarına sofra kuruyorlar. Gazeteyle beraber atıyorlar geride kalanları. Birikiyor anılar çöp kamyonlarında. Çöp kamyonları kaldırımlardan yürüyor.  Altını kaldırsalar kaldırımların, gerçekten kumsal var. Hepsini oraya gömmüş gencecik çocuklar. Üstünden arabalar geçiyor. Geçelim.

Bir kere hiç gitmedim Ankara'ya. Çünkü hep orada kaldım. Bildiğim işte bu kadarı: "yazlar sıcak ve kurak, kışlar memur ve öğrenci..."

Geçelim. 






20 Ocak 2012 Cuma

Karne Günü

Ders yok olum bugün. Olsa ne yazar. Devlet dersi değil mi?

Karne günü ya bugün.

Ondan bu kadar soğuk bir Cuma. Cumaları yani haftayı hafta sonuna bağlayan o köprünün tam ortasında el ovuşturur bebeler. Ötekilerin umurunda değil. Ötekiler dediğim kaportacı çırakları. Rot balans ayarı dersinden kalmış bu sene Zeki, ustasından bir ton dayak yemiş. Ustanın elleri paslanmaz çelikten. Çok işlediğinden.

Ama bu Cuma bu kadar soğuksa, sömestr tatili de burada bir yerde olsa gerek.

Nazar boncuğu iliştirilmiş, şeffaf dosyalarla kaplanmış bir tatil müjdesi de öretmenin ellerinde. Çok sıkıştık bir dönem boyunca.

-Öretmenim tuvalate gidebilir misin?
-Çişin mi geldi yavrum.
-Yok aynaya bakıp gelecem.

Öretmen salak değil, salağa yatıyor müfredat yüzünden. Müfredat salak mı? Devlet tarafından akrabalığı varmış salaklıkla.

Apışarası sürekli ıslak ama ötekilerin. Soğukta donmuş sidikli pantolonlarıyla sanayinin ortasında arzı endam etmekteler. Tulum diye karikatürize etmeye gerek yok. Çoktandır işçilerin tulumu yok. Sınıf mı kaldı oğlum. Hepsi devlet dersinde öldürülmüşler. Bizim bankacı Mümtaz söyledi. Mümtazları bilirsiniz. Eskiden briyantinliydi Mümtazların saçları, şimdi jöleli. Ama hep parlak çocuktu Mümtazlar. Mümtaz diye isim kalmadı ama Mümtazlar hala var. Şimdilerde onlara Seçkin diyorlar. Mümtaz’ın bir küçüğü. O da bankacı olacakmış. Geçelim.

Karne günüymüş bugün. Mümtaz söyledi. Hepsi pek iyiymiş. Davranış? Yardımlaşma? Ona da pekiyi vermişler.

Ne konuşuyorsunuz orada? Bu gür sesli olan usta. Gür sesli dediğime bakmayın. Ustaların sesi gür çıkmak zorunda. Hikaye de olsa öyle. Hayat da olsa öyle. Hiç usta karne günüymüş bugün. Size ne olum? Bize ne olsun usta. Bize hiçbir şey. Bize bir şey olmaz usta.  

 Ve bugün karne günüymüş. Yüzümüze bakamadığından karnemizi arkamızdan yollamış devlet.

Şiirden kalmışız. Uyağımız eksikmiş…

15 Ocak 2012 Pazar

Parçalı erik resmi 1


Kalabalık bağrışa çığrışa geliyor. Tornadan çıkmış çocuk sürüsü. Pek bir şeye de benzemiyorlar. Her okul çıkışında görmek mümkün bu amaçsız kalabalığı. Mevsim daha taze. İlk günleri ilkbaharın. Ağaçlar bir günde yaprağa bürünüyor. Sürpriz! Kalabalık ağaçtaki yapraklar kadar çok. Yapraklar kadar karışık.

Tezgâhlar gelmiş. Bahar da geldiğine göre geç kalmamış yine hiçbir şey. Her şey yerli yerinde. Okul zili, kalabalık, armalı kravatlar gevşek, gömlekler pantolonun içinde değil, yürüyüşler yengeç gibi yan yan… Tezgâhlar iki renk. İki tezgâh zaten, karşılıklı kurulmuş. Karşılıklı ama simetrik değil. Hayat gibi tezgâhlar. Birinin bir yerinde boyası akmış, diğerinin arka tekeri kırık. Biri bozlaşmış güneşten, biri daha yeni. Ama üzerlerindeki erikler taze. Çok taze. Can erik. 

Mukavva renginden kese kâğıtlarına doldurulmuş bilmem kaç liralık erikler, tezgâhların kenarlarına dizilmiş. Kalabalık hedef kitle. Gevşek kravatlılar hücuma geçiyorlar. Kese kâğıtları zımbalı ağızlarından kopartılıp açılıyor. Bilmem kaç yıllık karısının sutyeni gibi yastık altına sıkıştırılıyor gibi kese kâğıtları. Ah biri yere düştü işte çok sallamaktan. Erikler kısa sürede elden ele dolaşıyor. 

Gevşek kravatlılar durmuyor, yürüyorlar. Erik durarak yenmez diyor biri. Demiyor ben uyduruyorum. Birbirlerine bakıyorlar, gülüyorlar, baharın ilk haylazlığı sanki erik yemek. Yüzlerde fosforlu bir erik yeşilliği. Gülümsemeye yarıyor. Biraz sonra geçecek hepsi. Çekirdekleri yol kenarlarına düşecek, kaybolacak adımlar altında... 

pazar..

Bir akşamüstü, bir ilçeden, bir ilçeden biraz daha büyük bir ile bir minibüs içinde gidiyorsunuz. Yatılı okul çocuğusunuz. Bagaja az önce koyduğunuz valizinizde anne elinden çıkmış güzel börekler, pastalar ve akşam yemeği niyetine bir peçeteye sarılmış patates kızartması ve köfteyle dolu yarım ekmeğiniz duruyor. Muhtemelen siz yiyene kadar soğuyacak. Ütü sıcaklığıyla katlanmış gri pantolonunuz, beyaz gömleğiniz, armalı okul kravatınız tastamam.

Etrafınıza bakmadan, başınız önde düşünüyorsunuz çocuk aklınızla: 

pazar mı dediniz ?

“Hep gidiyorum. Hep Pazar akşamları gidiyorum. Bu akşam evdekiler ne yiyecek acaba. Sıcaktır evde patates kızartmaları muhtemelen. Geride kalan kardeşlerinizi kıskanıyorsunuz. Onlar da sizi kıskanıyor mudur acaba? Neyi mi?”

Pazar demek sizin için; yerde halıfleks kaplı tek tip odalar demektir. Belki de deterjan kokulu nevresim demektir. Veya üstünde bir yerinde DMO yazan battaniye demektir. Burnunda taze kokusu ile ev demektir. 

Akşam olur. Yerinizi alırsınız gölgeleri üç numaraya vurulmuş çocuk sürüsü içinde. Yapay bir ev kokusu dağılır koğuşlara. Herkesler valizlerini açar annenin rayihası dağılır koğuşların içine. Sonra bayat halıfleks kokusuna karışır. Unutmaya başlarsınız. Alışmaya da.

Sonra oyalanmaca, tavana bakmaca, az konuşmaca. Bir ressam olsa da çizse size bakıp mutsuzluğun resmini. 
Bir komut duyarsınız koridor başından: yat! Saat dokuzdur. Hiç uykunuz yoktur. Ama yatarsınız aklınızda bir soruyla: “Sahi Pazar gecesi sineması saat kaçta başlıyor?”

27 Ekim 2011 Perşembe

Türkler’de Türker Güzellemeleri ya da bir gafletin yapıbozumu adına!

 bugünkü tarafta basılan perihan mağden saçmalamasını bir ibret vesikası olarak buraya not düşüyorum.


"Türkler’de Türker Güzellemeleri ya da bir gafletin yapıbozumu adına!"

"Çarşamba günü yayımlanan Taraf’ta Levent Yılmaz’ın haftada birlik şişesinden harbiden inanılmaz (şöyle yakışıklı gülen çocuk fotosuyla filan da donatılmış) bir Yıldırım Türker Güzellemesi çıktı.
Son zamanlarda Taraf’ta, diyelim Roni Margulies’in kaleminden de ölçüsüz bir “Yıldırım Güzellemesi” vakasıyla kalakalmıştık. Ama Roni bey (sanırsam) adanmış bir Türk Troçkisti. Ve de “Türk Troçkisti” olması gereği, gerilla savaşının yanında. Bu yüzden PKK’nın artık iyice ne idüğü belirsizleşmiş savaşını “gerilla” savaşı sanmakta direnmekle kalmıyor –(Yılın Diren Ödülü!)
İş bu “gerilla” savaşını kutsaması gereken herkesin Yıldırım Türker türbesinde bir mum yakması da –anlaşılan– zaruri! Roni bey de şair coşkusuyla ölçüyü kaçırmış, yaşları kadar mum yakıvermiş türbe pastasının üstünde. Üflüyor.
Anlıyoruz, diyelim yazısını.
Ama benim yine de anlamadığım (ve kanıma dokunan) şu: diyelim Radikal’de ya da Birgün’de bir Perihan Mağden Güzellemesi ya da Yıldıray Oğur Güzellemesi ya da Ahmet Altan Güzellemesi’yle karşılaşma ihtimaliniz SIFIR iken–

Taraf
’ın hem eşitliksiz bir demokrasi platformu olarak istismar edilmesi (hadi diyelim böyle istismara/ eşitsizliğe can feda) hem siyasi olarak çok daha taraflı durmasını arzu ettiğim bu haysiyetli gazetenin ayarlarıyla oynanması, hem de bu alabildiğine “siyaseten yanlış okumacı” “analizlerin” muhtelif kişilerin şahsi sağırlama/ ağırlama/ yazıklama/ göklere çıkarma: netice olarak “ilişki mühendisliği” arenası/ atölyesi olarak Taraf’ı “kullanmalarına” müsamaha gösterilmesi–
Şimdi açık söyleyeyim: benim indimde ARTIK Taraf’ta bir Ertuğrul Özkök Güzellemesi çıkmasından bir Yıldırım Türker Güzellemesi çıkmasının hiçbir FARKI YOK.
Şöyle bir farkı var: bir E.Özkök Güzellemesi’ne “Kim lan yazan bu şaşkın?” diye gülüp/ acıyıp geçebilecekken, Y.Türker güzellemelerinin çok daha karışık dimağların çok daha kafa-karıştırıcı eserlemeleri olduğunu düşünüp harbiden kaygılanıyorum.
Her “asil sanatçının” yapması gerektiği üzre İSİM VERMEDEN Levent Yılmaz beni “bir arkadaşı” olarak niteleyip; Efendim “bir arkadaşının” ABUK SABUK bir yazı yazarak, dapındığı Yıldırım’ını “vicdan kuaförü” (doğrusu: vijdan olmalıydı) diye nitelendirdiği NE FENA günlere kalmışmışız!
Ay korkuyormuş Levent Yılmaz bey, yakında Murat Belge’ye DAHİ dil uzatılacakmış! Ay ay ay ay!!
Murat Belge’ye en çatallısından dil uzatıldı Levent bey ve bu “vazifeyi” yıllar önce Nuray Mert yerine getirdi.
O Nuray Mert’tir ki: üstünde “Türkiye Türklerindir” yazan bir gastede hiçbir beis duymadan, Ertuğrul Özkök’ün müthiş transferi/ sofralarının gülü/ medarı iftiharı/ aile dostu und kankası olarak yazılar yazdı. “Sivil dikta” kavramını filan keşfediverdi!
Ta ki –Ertuğrul Bey genel ağbilikten naşlanıp da, “Ay sayfamın yerini habire değiştiriyorlar!” diye zırlayıp 3-5 gün içinde (o zamanlar Aydın Doğan’ın tapulu arazisi olan) Milliyet’e transfer oluncaya kadar.
Benim ABUK SABUK diye tanımladığınız Müjde Vijdan Kuaförleri! yazım ise “Tapılacak Adam” Türker’in 15 ağustos tarihli Radikal gastesindeki köşesinde:
“Harbiliğiyle tanınan bir başka şöhret, (BU BEN OLUYORUM) ablaları olarak küçük muhbirlerin yanı başında KİŞİSEL DÜŞMANLIĞININ öcünü alma çabasında, aynı insanları hedef gösteriyor. Alçaklığa doyamıyorlar” cümlelerine CEVABEN nefsi müdafaa kategorisinden kaleme alınmıştır. Aynı yazıdan başka bir (kaleminden krema damlayan) Y.Türker cümlesine geçelim: “Başbakan, Nuray Mert’i bizzat meydanlardan küçük Samastlara işaret ederek örgütlü bir linç hareketini resmen başlatmış oldu.”
A, bi dakka! Yıldıran Türbe, birini daha savunuyor beni ALÇAKLIĞA DOYMAMAKLA suçlarken.
Yine o doyumsuz kaleminden, aynı yazısından alıntılıyorum: “Mert ve Temelkuran, takıntılı Stasi memuru kılıklılarca ısrarla ve durmadan hedef gösteriliyor.”
O Temelkurandır ki: Twitter’dan aldığı ÖLÜM TEHDİTLERİ üstüne soluğu Londra sokaklarında alıp yoksulun ezilenin isyanını, üstüne “geçiriverdiği” bej binici pantolonu milyon dolarlık çizmelerinin içinde, Faltaylı’nın (nam-ı diğer: Siyah) muhteşem Habertürk’ünden çarşaflama fotoğraflarıyla bildirmişti!
O Mert’tir ki: Hrant Dink’in öldürülmesi “üstüne” memleketi Trabzon’a Nihat Genç’le filan “empati” konuşmaları yapmaya gitmişti. Ve de suikaste kurban gittiği sanrılanan Yazıcıoğlu zamanlarının Büyük Birlik Partisi’nin “ennn takdir ettiği” bacı köşe yazarı filan seçilmişti.
Dink Suikasti’nde Alperen Ocakları’nın nasıl ikide birde karşımıza çıktığını düşünürsek, o dönemde Büyük Birlik Partisi’nin “gözdesi” olan Mert’in şimdi Türbe Türker’in demagojik kaleminden “Samastlara” hedef gösterildiğinin iddia edilmesi hem ironik, hem de rezilce pek tabii ki.
Aynı Nuray Mert’i gönül kapısı mı, gözü mü ne açılmış BİRDEN BDP’nin Aykırı Bacısı (her daim muhalif) olarak seçim otobüslerinin üstünde Ahmet Türk’ün yanında kıvrım kıvrım kıvrılırken, Filiz Koçali’nin berisinde zafer işareti çakarken görmüyor muyuz? Derken?
Görüyoruz! Aynı dönemde Aslı Aydıntaçbaş (indimde new& improved Güler Kömürcü), Can Dündar, Ruşen Çakır, Serdar Akinan, Banu Güven başımıza en Kürt Hareketi Zevdalısı kesilmiyorlar mı?
Kesiliyorlar! NTV boğazımıza çökerken ağır pro-Ergenekon çizgisiyle, müsebbibi de bu kadroydu. Hep aynı kadro!
Ama Nuray Mert’in Prof. Higgins’i olduğu ölümsüz “eseri” Ahmet Hakan sayesinde, daha özel bir yeri var Allah için.
Ekranları az inletmedi “Sivil diktayı ben buldum! Ben armağan ettim bu toplumaaaa! Yerinizi bilin lan! Yerim sizi!” diye diye.
OYSA Soner Yalçın’ın bilgisayarından çıkan dosyalarda “sivil dikta” kavramının bu cenah tarafından iki yıl kadar önce keşfedilip “Bu kavram dolaşıma sokulup panik yaratılmalı” tarzı ibarelerle kitlelere gagalanmasının planlandığı ortaya çıkmadı mı? (Ama tabii Türkler’de “Devamlılık” çok ıraklarda bir dağ köyünün adıdır.)
Aaa, meğer ampulü Edison Nuray değil de tutuklandığında açıkladığı üzre “kankası” olan Soner Yalçın (ve caz arkadaşları) bulmuş!
ODATV iddianamesinin ek delil klasöründeki belgeler, mahlasla o kirlilik odasına yazı yazanların Ezgi Başaran, Tuğçe Tatari, Ahmet Hakan ve Nuray Mert olabilirliğini ortaya çıkarttı. Çıkarttı da bu konu Ergenekonlanmış Türk Medyası’nda yeterince yankı buldu mu?
Yooo! Diyelim “Sonerim için de yürüyün! Olay çıkartın!” tadında yazı yazan (T. Tatari’yi saymıyoruz: o eski Güler Kömürcü) bir tek Ahmet Hakan oldu aralarında.
Ki, Ahmet Hakan’ın Deniz Hakyemez, Deniz Hakan, Sait Çakır gibi takma adlardan bir ya da iki-üçünün hakiki sahibi olduğu şiddetle zannediliyor ODATV yazılarında.
Ezgi Başaran ise (hani müthiş “genç” yetenek Kanat Atkaya’yla nikâh şahitleri E. Özkök olan, aşkları Ertuğrul ağbilerinin evlerinde yeniden başlatılan büyük istidat) Ergenekon Minnie’si olarak Tavşan Şeyi Eyüp Can’ın Radikal’ine konuşlandırılmış durumda. Acayip acayip yazılar yazıp mikserliyor; röportajlar, olay yerinden bildirmeler – yapı yapıveriyor.
Belki şimdi Yıldıran Türbesi, Ezgi Başaran için de atılıp bana “Alçak! Hain!” vesaire saydıran (tabii: isim vermeden) bir yazı döşenir. Artık halet-i gakgukuna kalmış sosyalist artistin.
“Kirli” savaş lafını zamanında Kürt Militaristleri, bu savaşın Türk Ordusu tarafından ne denli kirletilip şaibeli hale getirildiğine DE işaret edebilmek amacıyla kullanıyordu.
Oysa şimdi bu savaşın HER İKİ TARAFIN savaş baronları tarafından birlikte, el ele, işbirliği içinde kirletildiği ortaya çıktı.
Bu hakikatin BU denli netlikte ortaya çıktığı BU kritik zamanlarda “Ama ben son 20 yılımı bu savaşın güzellemesine, bir tarafın haklılığına, temizliğine körü körüne methiyeler düzmeye adadım!” türbesinin babaları hem kendi kutsiyetlerini sonsuz kılmak adına–
Hem de: son bir-iki yılda Kürt Militaristleri Treni’ne kafalanma/ işbirliği/ anti AKP duygular/ Ergenekon ideolojisi bağımlılığı gibi muhtelif nedenlerle atlayan her devrin güç bağımlısı oportünistlere sıcak bağırlarını açmak arzusuyla–
Bana “Alçaklığa doymuyorlar!” filan diyecekler –Ben de “Türbe altında kalırım, gıkım çıkmaz” diyeceğim. Öyle mi?
Haa, Kozmik Oda ne zaman ki savcı ve hâkimler tarafından delil toplamak üzere basıldı, o baskından çok kısa bir süre sonra genel yayın yönetmenliğinden alındı Ertuğrul Özkök. En nihayet! Özel Harp’le çok sıkı bağlantıları o baskında basılmadıysa –Ne olayım.
Hani Nuray Mert’in, Ahmet Hakan’ın kankası, Ezgi Başaran’ın hamisi, Ertuğrul Kürkçü’de Meclis’teki yankılanmasını bulan Özkök. Aloooo!
Bütün bu parçaları yerli yerine oturtmazsanız; evet indimde Özkök’e methiye yazmanın, Türker’e güzelleme düzmekten hiçbir farkı yok. Daha kafa bulandırıcı ve hedef şaşırtıcı olmasının ekstra irite ediciliği dışında. Bu yazı, o iritasyonun yan etkileri karşısında ve onlar sayesinde kaleme alındı."