22 Nisan 2012 Pazar

Ankara


Ankara'ya gitmedim hiç. Bilmiyorum da neye benzer. Bir aralık kapısından bakmıştım sanki. Geçmiş zaman. Çok hatırlamam. Aslında yalan da söylüyor olabilirim. Kim bilir? Kimse. Şehre benzer bir yanı yok diyorlar zaten. Bölük pörçük bir kaç sokak. Bir de upuzun kalabalık cadde. Sağlı sollu vitrinler. Reklam panoları. Kubbeli eski bir kaç cami. Altında alışveriş merkezi. Bolca gürültü. Bir dakika. Şehir de bu değil mi artık? Değil. Artık evet. Geçelim.

Bir kere gittim aslında Ankara'ya. Yalınayak yürünebilen bir plaj gibi kalmış aklımda. Güneşten olsa gerek. Soğuk diye geçiyor bir kaç yerde bu şehir için. Birkaçtan biraz fazla. Küçük küçük yoklama çekiyorum. Hala yalınayak yürünüyor aklımda. Gençlik parkı, ihtiyarlar kahvesi. Bolca oturulmuş banklar. Seyredilen küçük insanlar. Tahmin ediyorduk bir ara. Bu gelen kesin bakanlıkta memur! Bağırma, duyacaklar. Duyup adımızı okuyacaklar. 375 falan. Zaten geçiyorlar. Bakmadan geçiyorlar. Geçelim.

Ankara'ya gitmedim hiç. Bilmiyorum da neye benzer. Bir zaman okul gezisiyle gitmiştim sanki. Geçmiş zaman. Çok hatırlamam. Aslında yalan da söylüyor olabilirim. Kim bilir? Kimse. Upuzun sütunları olan bir mezarlık gibiydi şehir. Büyük bir tepeye kondurulmuş bir kabir. Ekabirden adamları gömmüşler buraya. Sonra çocukları toplayıp toplayıp Fatiha okutmaya  götürüyorlarmış. Ama kimse Fatiha okumuyormuş. Çok sonra fark etmişler bunu. Yine bu şehrin başka bir binasında talim ve terbiyeden sorumlu ekabirden adamlar üniformalı adamların sözünden çıkmamışlar din dersi diye bir şey bulmuşlar. Fatiha'yla doldurmuşlar çocukları. Sonra sonra o çocukları otobüslere doldurup Fatihaları buraya boşaltmışlar. Giderseniz görürsünüz, bu şehrin büyük bir tepesinde yüksek sütunlu bir mezarlıkta-ki kabir diyor eskiler- çocuk Fatihaları bulunur. Geçelim.

Bir kere gittim aslında Ankara'ya. Yeşillerle dolu bir bulvar gibi kalmış aklımda. Haki yeşil. Komutla çalışıyor gibiydiler. Yat! Kalk! Sürün! Avun! Çalış ve güven diye devam ettiği de söylenir. Saçlarını aynı berberde kestirirler. Şehrin tek berberi sanki sadece saçlarını değil de ruhlarındaki coşkuyu da törpülüyor. Makas yerine bir kaşağı kullanıyor sanki. Çok uysallar. Harfiyen uyuyorlar. A derken uyuyorlar. Z'ye kadar. Kızılay'dan giyinip, kışlalarda soyunuyorlar. Tempolu. Aç aç. Çıkıyorlar apaçık alınla teftişlerden, denetimlerden. Bizim bir Koray yüzbaşı vardı diye hikayeleri dilden dile dolanır. Şafak bilmem kaçken plakalara düşülür, trafiğe çıkılır. Kol kola omuz omuza yürünür. Er ve erat girebilir. Dikkat inzibat! Uzaklara sövülür. Şapın etkisinden çıkılır daha bahar henüz gelmişken, askılı tişörtlü kızlara bakıp bakıp Bentderesi'nin yolu tutulur. Bentderesi'nden geçilir, yardan geçilmez. Geçelim.

Ankara'ya gitmedim hiç. Bilmiyorum da neye benzer. Bir aralık yolum düşmüştü sanki. Geçmiş zaman. Çok hatırlamam. Aslında yalan da söylüyor olabilirim. Kim bilir? Kimse. Saat geçmiyordu. Beş olsa da gitsek. Nereye. Herkes gibi kokan şehrin yollarından silik, karaktersiz yollardan eve. Ev dediğim de lojmandan bozma apartmanlar. Önlerinde bir bahçe var sizlere ömür. Şifa niyetine numunelik bir gül ağacı. Akmaz kokmaz. Meyve vermez. Kışın dal döker yazın biraz tebessüm. Ama dert bu değil. Hep o bakanlıktaki kalem yüzünden. Ki kendisi de orada memur. Maaşlar, ikramiyeler, ramazan iaşesi ne varsa hayatı bundan ibaret. Ama o bakanlıktaki kalem olmasaydı. Belki daha fazla olabilirdi şu hayattaki yeri. Kendisi için de dilenmiyordu kaderden. Büyük oğlan hadi kurtardı kendini. Bu sene son sınıf. Gemi kaptanı olacak. Su bile görmeden gidip okyanuslarda boğulacak. Bir küçüğü kız. Konuştuğu iyi bir çocuk var. Kandırmasa bari. Kız kansa da o kocaman adam. Anlardı sonuçta iyiden kötüden, puşttan kalleşten. Eli ayağı düzgün çocuğun. Sanki kendisi evlenecek. Ailesi de güngörmüş insanlar. Git Allahaşkına! Bu dünyada kim gün görmüş. Güneş diye bildiğimiz hafif sıcaklık. Dü beş atsak yek gelir. Tek ayaktan yatıyor kuponlar. Sonrası ceza. Adam nerde kaldın. Ulan kadın altılıya bastım parayı. İaşeyi, nafakayı. Senin yüzünü de şeytan görsün. Beni alsın götürsün. Üç kuruşa satsın getirmesin. Diyemedi bir onyedi yıl. Daha da diyemez bir onyedi yıl. Ama o kalem olmasaydı yazmayacaktı bunları da. Böyle böyle geçti bir ömür. Kalanı da geçer. Geçelim.

Bir kere gittim aslında Ankara'ya. Ütüsüz çamaşırlar gibi kalmış aklımda. Kırışık. Yamalı pantolonlar da kalmadı artık. Bitince atıyorlar. Tamir etse daha pahalıya geliyor çünkü hayat. Bırakıp da yenisini yaşamalı diye not düşüyor, dersin ortasında fotokopiden alınmış notların kenarına. Kirayı ödediler ya içi biraz rahat. Daha var bir sonrakine. Bu sene zaten bitecek gibi okul. Ondan sonrası master, doktora, tez, antitez. Hayat karşıtlıklarla dolu diye not düşecek gibi oluyor. Vazgeçiyor. Ders de bitti. Gidecek ne bir yer var. Ne de gidilip de görülecek biri. Bu şehir hep böyle zaten. Yanlış zamanlarda, yanlış bir sürü insanı bir kutuya doldurup sonra buraya boca ediyorlar. Etrafını kuşatıyorlar. Görücü usulü evlenen kadın gibi, mahkum kocasına. Sevmese de alışıyor. Kocadan kurtulsa da alışkanlıktan kurtulamıyor. Kürkçü dükkanı gibi bir şehir. Hayallerde gezip dolaşıyorlar. Sonra Ankara'ya dönüyorlar. Burada seviyorlar. Burada sevmeye başlıyorlar. Şehre hapsoluyorlar. Ve sanıyorlar ki sevgili bir tek bu şehirde güzel. Sevmek de. Başka şehirlerde yapamıyorlar. Kürkçü dükkanın hayaleti ile gezip duruyorlar. Oysa bir kız vardı birinci sınıfta. Şimdi kordonda tur atıyor. Onunkisi ise müebbetin Ankara voltası. Gazete kağıtlarına sofra kuruyorlar. Gazeteyle beraber atıyorlar geride kalanları. Birikiyor anılar çöp kamyonlarında. Çöp kamyonları kaldırımlardan yürüyor.  Altını kaldırsalar kaldırımların, gerçekten kumsal var. Hepsini oraya gömmüş gencecik çocuklar. Üstünden arabalar geçiyor. Geçelim.

Bir kere hiç gitmedim Ankara'ya. Çünkü hep orada kaldım. Bildiğim işte bu kadarı: "yazlar sıcak ve kurak, kışlar memur ve öğrenci..."

Geçelim. 






20 Ocak 2012 Cuma

Karne Günü

Ders yok olum bugün. Olsa ne yazar. Devlet dersi değil mi?

Karne günü ya bugün.

Ondan bu kadar soğuk bir Cuma. Cumaları yani haftayı hafta sonuna bağlayan o köprünün tam ortasında el ovuşturur bebeler. Ötekilerin umurunda değil. Ötekiler dediğim kaportacı çırakları. Rot balans ayarı dersinden kalmış bu sene Zeki, ustasından bir ton dayak yemiş. Ustanın elleri paslanmaz çelikten. Çok işlediğinden.

Ama bu Cuma bu kadar soğuksa, sömestr tatili de burada bir yerde olsa gerek.

Nazar boncuğu iliştirilmiş, şeffaf dosyalarla kaplanmış bir tatil müjdesi de öretmenin ellerinde. Çok sıkıştık bir dönem boyunca.

-Öretmenim tuvalate gidebilir misin?
-Çişin mi geldi yavrum.
-Yok aynaya bakıp gelecem.

Öretmen salak değil, salağa yatıyor müfredat yüzünden. Müfredat salak mı? Devlet tarafından akrabalığı varmış salaklıkla.

Apışarası sürekli ıslak ama ötekilerin. Soğukta donmuş sidikli pantolonlarıyla sanayinin ortasında arzı endam etmekteler. Tulum diye karikatürize etmeye gerek yok. Çoktandır işçilerin tulumu yok. Sınıf mı kaldı oğlum. Hepsi devlet dersinde öldürülmüşler. Bizim bankacı Mümtaz söyledi. Mümtazları bilirsiniz. Eskiden briyantinliydi Mümtazların saçları, şimdi jöleli. Ama hep parlak çocuktu Mümtazlar. Mümtaz diye isim kalmadı ama Mümtazlar hala var. Şimdilerde onlara Seçkin diyorlar. Mümtaz’ın bir küçüğü. O da bankacı olacakmış. Geçelim.

Karne günüymüş bugün. Mümtaz söyledi. Hepsi pek iyiymiş. Davranış? Yardımlaşma? Ona da pekiyi vermişler.

Ne konuşuyorsunuz orada? Bu gür sesli olan usta. Gür sesli dediğime bakmayın. Ustaların sesi gür çıkmak zorunda. Hikaye de olsa öyle. Hayat da olsa öyle. Hiç usta karne günüymüş bugün. Size ne olum? Bize ne olsun usta. Bize hiçbir şey. Bize bir şey olmaz usta.  

 Ve bugün karne günüymüş. Yüzümüze bakamadığından karnemizi arkamızdan yollamış devlet.

Şiirden kalmışız. Uyağımız eksikmiş…

15 Ocak 2012 Pazar

Parçalı erik resmi 1


Kalabalık bağrışa çığrışa geliyor. Tornadan çıkmış çocuk sürüsü. Pek bir şeye de benzemiyorlar. Her okul çıkışında görmek mümkün bu amaçsız kalabalığı. Mevsim daha taze. İlk günleri ilkbaharın. Ağaçlar bir günde yaprağa bürünüyor. Sürpriz! Kalabalık ağaçtaki yapraklar kadar çok. Yapraklar kadar karışık.

Tezgâhlar gelmiş. Bahar da geldiğine göre geç kalmamış yine hiçbir şey. Her şey yerli yerinde. Okul zili, kalabalık, armalı kravatlar gevşek, gömlekler pantolonun içinde değil, yürüyüşler yengeç gibi yan yan… Tezgâhlar iki renk. İki tezgâh zaten, karşılıklı kurulmuş. Karşılıklı ama simetrik değil. Hayat gibi tezgâhlar. Birinin bir yerinde boyası akmış, diğerinin arka tekeri kırık. Biri bozlaşmış güneşten, biri daha yeni. Ama üzerlerindeki erikler taze. Çok taze. Can erik. 

Mukavva renginden kese kâğıtlarına doldurulmuş bilmem kaç liralık erikler, tezgâhların kenarlarına dizilmiş. Kalabalık hedef kitle. Gevşek kravatlılar hücuma geçiyorlar. Kese kâğıtları zımbalı ağızlarından kopartılıp açılıyor. Bilmem kaç yıllık karısının sutyeni gibi yastık altına sıkıştırılıyor gibi kese kâğıtları. Ah biri yere düştü işte çok sallamaktan. Erikler kısa sürede elden ele dolaşıyor. 

Gevşek kravatlılar durmuyor, yürüyorlar. Erik durarak yenmez diyor biri. Demiyor ben uyduruyorum. Birbirlerine bakıyorlar, gülüyorlar, baharın ilk haylazlığı sanki erik yemek. Yüzlerde fosforlu bir erik yeşilliği. Gülümsemeye yarıyor. Biraz sonra geçecek hepsi. Çekirdekleri yol kenarlarına düşecek, kaybolacak adımlar altında... 

pazar..

Bir akşamüstü, bir ilçeden, bir ilçeden biraz daha büyük bir ile bir minibüs içinde gidiyorsunuz. Yatılı okul çocuğusunuz. Bagaja az önce koyduğunuz valizinizde anne elinden çıkmış güzel börekler, pastalar ve akşam yemeği niyetine bir peçeteye sarılmış patates kızartması ve köfteyle dolu yarım ekmeğiniz duruyor. Muhtemelen siz yiyene kadar soğuyacak. Ütü sıcaklığıyla katlanmış gri pantolonunuz, beyaz gömleğiniz, armalı okul kravatınız tastamam.

Etrafınıza bakmadan, başınız önde düşünüyorsunuz çocuk aklınızla: 

pazar mı dediniz ?

“Hep gidiyorum. Hep Pazar akşamları gidiyorum. Bu akşam evdekiler ne yiyecek acaba. Sıcaktır evde patates kızartmaları muhtemelen. Geride kalan kardeşlerinizi kıskanıyorsunuz. Onlar da sizi kıskanıyor mudur acaba? Neyi mi?”

Pazar demek sizin için; yerde halıfleks kaplı tek tip odalar demektir. Belki de deterjan kokulu nevresim demektir. Veya üstünde bir yerinde DMO yazan battaniye demektir. Burnunda taze kokusu ile ev demektir. 

Akşam olur. Yerinizi alırsınız gölgeleri üç numaraya vurulmuş çocuk sürüsü içinde. Yapay bir ev kokusu dağılır koğuşlara. Herkesler valizlerini açar annenin rayihası dağılır koğuşların içine. Sonra bayat halıfleks kokusuna karışır. Unutmaya başlarsınız. Alışmaya da.

Sonra oyalanmaca, tavana bakmaca, az konuşmaca. Bir ressam olsa da çizse size bakıp mutsuzluğun resmini. 
Bir komut duyarsınız koridor başından: yat! Saat dokuzdur. Hiç uykunuz yoktur. Ama yatarsınız aklınızda bir soruyla: “Sahi Pazar gecesi sineması saat kaçta başlıyor?”