15 Ocak 2012 Pazar

pazar..

Bir akşamüstü, bir ilçeden, bir ilçeden biraz daha büyük bir ile bir minibüs içinde gidiyorsunuz. Yatılı okul çocuğusunuz. Bagaja az önce koyduğunuz valizinizde anne elinden çıkmış güzel börekler, pastalar ve akşam yemeği niyetine bir peçeteye sarılmış patates kızartması ve köfteyle dolu yarım ekmeğiniz duruyor. Muhtemelen siz yiyene kadar soğuyacak. Ütü sıcaklığıyla katlanmış gri pantolonunuz, beyaz gömleğiniz, armalı okul kravatınız tastamam.

Etrafınıza bakmadan, başınız önde düşünüyorsunuz çocuk aklınızla: 

pazar mı dediniz ?

“Hep gidiyorum. Hep Pazar akşamları gidiyorum. Bu akşam evdekiler ne yiyecek acaba. Sıcaktır evde patates kızartmaları muhtemelen. Geride kalan kardeşlerinizi kıskanıyorsunuz. Onlar da sizi kıskanıyor mudur acaba? Neyi mi?”

Pazar demek sizin için; yerde halıfleks kaplı tek tip odalar demektir. Belki de deterjan kokulu nevresim demektir. Veya üstünde bir yerinde DMO yazan battaniye demektir. Burnunda taze kokusu ile ev demektir. 

Akşam olur. Yerinizi alırsınız gölgeleri üç numaraya vurulmuş çocuk sürüsü içinde. Yapay bir ev kokusu dağılır koğuşlara. Herkesler valizlerini açar annenin rayihası dağılır koğuşların içine. Sonra bayat halıfleks kokusuna karışır. Unutmaya başlarsınız. Alışmaya da.

Sonra oyalanmaca, tavana bakmaca, az konuşmaca. Bir ressam olsa da çizse size bakıp mutsuzluğun resmini. 
Bir komut duyarsınız koridor başından: yat! Saat dokuzdur. Hiç uykunuz yoktur. Ama yatarsınız aklınızda bir soruyla: “Sahi Pazar gecesi sineması saat kaçta başlıyor?”

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder